Der Blaue Reiter

Soyut resmin mucidi Kandinsky'nin hikayesini inceliyor ve baba parası en vizyonlu şekilde nasıl ezilir öğreniyoruz.

 

pek sevgili yaşlılarımızın facebook dehlizlerinde ilber ortaylı’ya ait olduğunu sanarak paylaştığı bir hikaye var. 


genç ilber’in üniversitede çok sevdiği bir hocası var. arada odasında ziyaret ediyor, çay kahve içip sohbet ediyorlar filan. ilber iyi bir öğrenci, parlak bir zihin. hocası ile karşılıklı saygının had safhada olduğu dostane bir ilişkileri var.


hocası dönüp soruyor genç ilber’e:

“ne olmak istiyorsun?”


“entelektüel olmak istiyorum.” diyor ilber. 


“senden entelektüel olmaz :)” diye cevaplıyor hocası. 

kan beynine sıçrıyor tabii bizim ilber’in. bir hiddetlenme hali, ve beceriksizce bir gizleme çabası. 


“dersinizi geçmeme rağmen dersinize girmeye devam ediyorum. okulda en çok araştıran, okuyan benim. bütün tartışmalarda ben varım. hatta doçentlere tez konularını bile ben öneriyorum.” şeklinde yükseliyor.


“yine de senden entelektüel olmaz :(“ diye yanıtlıyor hocası.


“senden iyi bir araştırmacı olur.

sana ‘senden entelektüel olmaz’ dediğimde hiddetlendin. bir entelektüel olsaydın ‘neden olmaz?’ derdin. 

yazarlık bilgi işidir, ama entelektüellik bir davranış biçimidir. bir insanın entelektüel olabilmesi için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir.”


doğru. 

maalesef, doğru. 


yalnız şöyle bir gerçek var ki,

hikayede bu acı gerçekle yüzleşen genç öğrenci ilber ortaylı değil, 

adana’da bir posta memurunun oğlu olarak dünya’ya gelen fizikçimiz mustafa inan’dır.


yukarıdaki hikayeyi ise oğuz atay’ın ‘bir bilimadamının romanı: mustafa inan’ adlı kitabı sayesinde biliyoruz.


biliyoruz, biliyoruz ama; facebook gibi sosyal dehlizlerde 4 like fazla almak için bu hikayeyi daha popüler birine, ilber ortaylı’ya mal eden bir güruhun içerisinde yaşıyoruz.


işte bu, popüler kültürün gerçeği dövdüğü yerdir. 


artık, gerçeğin sahibi olmak maalesef yeterli değildir.

gerçeği markalaştırmak gerekir. 


yirmi birinci yüzyıla hoşgeldiniz.

 

 — 

 

size “soyut resmin mucidi kimdir?” diye sorsak,

aklınıza ilk hangi isim gelirdi? ya da bir isim gelir miydi?


bu konuda bir bilginiz olmasa da fikir yürütmeye başlayıp, aklınızdaki soyut ressamların hangisine bu ünvan yakışır acaba diye bir tahminleme işine girer miydiniz?


hadi biraz daha moda girelim, bir bilgi yarışmasındaymışmız gibi düşünelim.


15.000 tl değerinde baraj sorusu.


soru: soyut resmin mucidi kimdir?

a- jackson pollock

b- wassilly kandinsky

c- pablo picasso

d- joan miro


süreniz 45 saniye.


yanıtı bilenleriniz bir süre sesini çıkarmasın. emin olmayıp da fikir yürütmeye çalışanlara bir soru daha soralım.


gözünüz hep picasso’ya takılıyor değil mi?

e picasso yani. 


soyut resmin *mucidi* diyoruz. büyük bi’ ünvan, picasso da harbiden büyük adam. 


bi’ de sanki, picasso’dan önce herkes çiçek böcek, upuzun bir masada isa figürü resmediyor gibi geliyor, değil mi?

değil. 


doğru cevap b şıkkı, wassily kandinsky.


picasso abimiz ise, wassily kandinsky’nin öğrencisi.


bıçkın bir delikanlıyken yanındaki üç beş arkadaşıyla bir süre kandinsky’e uğruyor. sonrasında kandinsky bauhaus’ta hoca iken de iletişimleri bir akıl alma-fikir verme şeklinde devam ediyor.


hop. nasıl da konu bauhaus’a geldi yine dimi?

e gelir tabi. 


önümüzdeki günlerde elelexelele blog’da sizlerle birlikte bauhaus’ta hocalık yapan isimleri ufak ufak tanımak niyetindeyiz.


ancak bugün,

size burada wassily kandinsky’nin 78 yıllık yaşamını bir külliyat halinde sunacak değiliz. 


bu, çok sıkıcı olurdu. 


bugün sizlerle wassily’nin hayatının on yıllık bir dönemine ve kafasındaki bir soru işaretine göz gezdireceğiz, işin içinden nasıl çıktığını birlikte anlamaya çalışacağız.


sonra sessizce dağılacağız.

 

pek sevgili yaşlılarımızın facebook dehlizlerinde ilber ortaylı’ya ait olduğunu sanarak paylaştığı bir hikaye var. 


genç ilber’in üniversitede çok sevdiği bir hocası var. arada odasında ziyaret ediyor, çay kahve içip sohbet ediyorlar filan. ilber iyi bir öğrenci, parlak bir zihin. hocası ile karşılıklı saygının had safhada olduğu dostane bir ilişkileri var.


hocası dönüp soruyor genç ilber’e:

“ne olmak istiyorsun?”


“entelektüel olmak istiyorum.” diyor ilber. 


“senden entelektüel olmaz :)” diye cevaplıyor hocası. 

kan beynine sıçrıyor tabii bizim ilber’in. bir hiddetlenme hali, ve beceriksizce bir gizleme çabası. 


“dersinizi geçmeme rağmen dersinize girmeye devam ediyorum. okulda en çok araştıran, okuyan benim. bütün tartışmalarda ben varım. hatta doçentlere tez konularını bile ben öneriyorum.” şeklinde yükseliyor.


“yine de senden entelektüel olmaz :(“ diye yanıtlıyor hocası.


“senden iyi bir araştırmacı olur.

sana ‘senden entelektüel olmaz’ dediğimde hiddetlendin. bir entelektüel olsaydın ‘neden olmaz?’ derdin. 

yazarlık bilgi işidir, ama entelektüellik bir davranış biçimidir. bir insanın entelektüel olabilmesi için en az 3 kuşak ailesinin okuması gerekir.”


doğru. 

maalesef, doğru. 


yalnız şöyle bir gerçek var ki,

hikayede bu acı gerçekle yüzleşen genç öğrenci ilber ortaylı değil, 

adana’da bir posta memurunun oğlu olarak dünya’ya gelen fizikçimiz mustafa inan’dır.


yukarıdaki hikayeyi ise oğuz atay’ın ‘bir bilimadamının romanı: mustafa inan’ adlı kitabı sayesinde biliyoruz.


biliyoruz, biliyoruz ama; facebook gibi sosyal dehlizlerde 4 like fazla almak için bu hikayeyi daha popüler birine, ilber ortaylı’ya mal eden bir güruhun içerisinde yaşıyoruz.


işte bu, popüler kültürün gerçeği dövdüğü yerdir. 


artık, gerçeğin sahibi olmak maalesef yeterli değildir.

gerçeği markalaştırmak gerekir. 


yirmi birinci yüzyıla hoşgeldiniz.

 

 — 

 

size “soyut resmin mucidi kimdir?” diye sorsak,

aklınıza ilk hangi isim gelirdi? ya da bir isim gelir miydi?


bu konuda bir bilginiz olmasa da fikir yürütmeye başlayıp, aklınızdaki soyut ressamların hangisine bu ünvan yakışır acaba diye bir tahminleme işine girer miydiniz?


hadi biraz daha moda girelim, bir bilgi yarışmasındaymışmız gibi düşünelim.


15.000 tl değerinde baraj sorusu.


soru: soyut resmin mucidi kimdir?

a- jackson pollock

b- wassilly kandinsky

c- pablo picasso

d- joan miro


süreniz 45 saniye.


yanıtı bilenleriniz bir süre sesini çıkarmasın. emin olmayıp da fikir yürütmeye çalışanlara bir soru daha soralım.


gözünüz hep picasso’ya takılıyor değil mi?

e picasso yani. 


soyut resmin *mucidi* diyoruz. büyük bi’ ünvan, picasso da harbiden büyük adam. 


bi’ de sanki, picasso’dan önce herkes çiçek böcek, upuzun bir masada isa figürü resmediyor gibi geliyor, değil mi?

değil. 


doğru cevap b şıkkı, wassily kandinsky.


picasso abimiz ise, wassily kandinsky’nin öğrencisi.


bıçkın bir delikanlıyken yanındaki üç beş arkadaşıyla bir süre kandinsky’e uğruyor. sonrasında kandinsky bauhaus’ta hoca iken de iletişimleri bir akıl alma-fikir verme şeklinde devam ediyor.


hop. nasıl da konu bauhaus’a geldi yine dimi?

e gelir tabi. 


önümüzdeki günlerde elelexelele blog’da sizlerle birlikte bauhaus’ta hocalık yapan isimleri ufak ufak tanımak niyetindeyiz.


ancak bugün,

size burada wassily kandinsky’nin 78 yıllık yaşamını bir külliyat halinde sunacak değiliz. 


bu, çok sıkıcı olurdu. 


bugün sizlerle wassily’nin hayatının on yıllık bir dönemine ve kafasındaki bir soru işaretine göz gezdireceğiz, işin içinden nasıl çıktığını birlikte anlamaya çalışacağız.


sonra sessizce dağılacağız.

Wassily Kandinsky

1866 - 1944

varlıklı bir ailenin çocuğu olan wassily bir eli yağda bir eli balda büyüyor. dönemin büyük tüccarlarından olan babası ile hakkında pek bir bilgiye ulaşamadığımız annesi, wassily’i tam bir entelektüel olarak yetiştiriyorlar. 

rusçanın yanı sıra ileri düzeyde almanca ve fransızca bilen genç wassily aslında 30 yaşına kadar bir hukuk öğrencisi. 


boş zamanlarında sıklıkla avrupa seyahatleri yapıyor ve bu seyahatlerde aslında başka bir dünya’ya ait olduğuna dair bir his kaplamaya başlıyor içini. bir yerden sonra bu hisse karşı gelemiyor, 30 yaşında eğitimini yarıda bırakıyor, tası tarağı toplayıp almanya’ya yerleşiyor. 


o dönem münih’te birçok rus sanatçı yaşadığı için, hem kolay adapte olurum hem de o çok istediğim sanat ortamlarına girerim gibi bir motivasyonla münih’te bir daire tutuyor. 


sonraki 3–4 yıl keyifli geçiyor kandinsky için. resim alanında hiçbir eğitimi olmayan kandinsky önce birkaç atölyede dersler almaya başlıyor. günler geçtikçe hem resim konusunda kendini geliştiriyor hem de münih’te sanat ortamlarının bilinen bir figürü haline geliyor. 


adam tam bir alfa arkadaşlar. ama entelektüel bir alfa. 


daha üç beş karma sergide birkaç resmi sergilenmiş olmasına rağmen düşünsel olarak birçok külte kafa tutabilir durumda ve konuşmasıyla birçok sanatçıyı ikna edip etrafında toplayabiliyor. 


bi’ yerden sonra iş o kadar ileri gidiyor ki, bu abimiz *phalanx* isminde bir okul kuruyor. kuruyor dediğimize bakmayın, kuruyor kurmasına ama wassily *phalanx*ta sadece bir öğrenci. kendini resim alanında eğitmeye devam ediyor olması, klasik sanata karşı bir duruş koymaktan geri adım atmasına sebep olmuyor. wassily hep konuşuyor, wassily’de geri vites yok. 

işte bu *phalanx* günleri biraz yeşilçam filmi tadında. gabriele münter adında güzeller güzeli bir ablamız da bir ressam olarak *phalanx*a takılmaya başlıyor ve wassily kandinsky ile gabriele münter’in macerası burada başlıyor. 


‘atölyeden sonra birer vodka içer miyiz?’ ile başlayan muhabbet çiftin beraber yaşamaya başlamasına kadar uzanıyor. bu iki üç senelik süreçte wassily kandinsky öğrencisi olduğu *phalanx*ta öğretmen oluyor, bir süre münih’te beraber takılmaya devam ediyor bu ikili. 

ama münih çiftimize dar gelmeye başlıyor.


münter ablamıza aileden güzel bir miras kalıyor, wassily de zaten babadan zengin. ‘yaa bu münih biraz kafa açmaya başladı.’ gibisinden bir serzenişle kendilerine bir rota çiziyorlar. 


paris, venedik, moskova bir kenara; fransa, almanya, italya, rusya, hollanda ve tunus’un birçok şehrini geziyorlar. dört sene boyunca.

d ö r t s e n e. 


bu gezilerde cezanne, gogh, gauguin, monet gibi üstadların orijinal işlerini inceleme fırsatı buluyorlar, gittikleri yerlerde birçok sanatçı ile tanışıyorlar. hiç geri dönmeden, dört sene boyunca bu seyahati sürdürüyorlar. 

d ö r t s e n e.


yani, bu hikayede wassily ve gabriel’in ismini melo ve bagatur olarak değiştirip şu hayatı yaşamayı biz ne kadar isterdik hiç anlatmayalım. zira anlatırken ağlamaya başlayabiliriz. 


çünkü bu dört senelik tur, hepimizin hayatına fazlasıyla dokunan bir kavramın düşünsel anlamda oluşma süreci: soyut resim.

münih’e döndüklerinde münter ablamız tekrar tuvalin başına geçip harıl harıl çalışmaya başlasa da wassily’nin eli bir türlü fırçalarına gitmiyor. çünkü, kafasında büyük bir soru işareti var.


oturup yazmaya başlıyor wassily. 


önce soru işaretlerini karalıyor, sonra bu soruların yanıtlarını buluyor. bazı soruları yanıtladıkça tekrar resim yapmaya başlıyor ama yazmayı bırakmıyor. bir yandan ilk soyut resimlerini yaparken bir yandan yazmaya devam ettiği metni kitaplaştırıyor. 


1912'de, wassily büyük seyahatten döndükten dört sene sonra, bu metni ‘sanatta ruhsallık üzerine’ ismiyle kitaplaştırıyor. bir sene sonra, 1913'te de soyut resmin öncüsü ünvanını kazanmasını sağlayan üç tablosu sergilerde yer almaya başlıyor. 


bu ‘sanatta ruhsallık üzerine’ isimli kitap, birçok eleştirmen tarafından ‘yüzyılın en iyi sanat kuramı’ olarak gösteriliyor. 

‘yüzyılın en iyi sanat kuramı’ öyle kolay yenilir yutulur bi’ laf değil, bizde de baya bi’ merak uyandırdı açıkçası. 


aldık amazon’dan kitabı, okuduk. sonra kendi aramızda da baya bi’ konuştuk.


wassily’nin kafasında tam olarak ne vardı? yüzlerce yıllık bir literatüre neye dayanarak kafa tuttu? ve bu kafa tutma işinde öyle koca koca adamları nasıl yanına topladı? 


aslında, çok basitmiş. wassily’nin tezi, aslında çok basit bir pencereden baktığımızda şunu anlatıyor:


“sanat bir ifade biçimidir. 

doğa ise, bugüne kadar bu ifade biçiminin iletişim kurma dili olmuştur.

doğanın bir dil olarak kullanılmasında hiçbir problem görmüyorum. 

problem şu: neden tek bir dil kullanıyoruz?”

 

sanat dilini renk ve form olarak iki ana başlıkta inceliyor kandinsky. doğanın benzersiz renk paletini kullanıyor ama bu renklerin temsil ettiği formlarda bambaşka bir dünya’ya yelken açıyor. 


doğadaki formların da geometrik olduğunu, ancak üçgen, beşgen gibi isimlendirilmiş geometrik formlardan farklı ve sonsuz sayıda olduklarının altını çiziyor.


sanatın, sanatçının kendini ifade etme hali olduğunu ve resim dışındaki sanat dallarında yine doğayla bağlantılı ama daha farklı bir dil kullanıldığını ileri sürüyor.


bir piyanistin beste yaparken tuşlara basarak notalarla aradığı şeyi bir ressamın kanvas üzerinde renkleri görerek aradığını söylüyor. 



uzun ve tiz trompet sesinin kulağı zorlaması gibi, parlak limon sarısı da gözü yakar ve gören, rahatlamak için maviye ya da yeşile koşar.”

wassily, renklerin ve formların ruhsal etkilerini tespit edip kullanma ve bu ruhsal etkiler ile yeni bir resim dili yaratma amacında.



zincifre kırmızısını geometrik formlarla kullanarak bir ‘ateş’ çizmek istiyor aslında.


bazı kaynaklar kandinsky’nin sinestezik olduğuna yer vermişler. 

sinestezi, çok az insanda görülen, duyuların birlikte çalışması hali gibi bir şey. sinestezik insanlar, bir piyanist piyanonun tuşuna bastığında kulakları notayı duyarken gözleri o tuştan yukarı doğru süzülen mavi bir daire figürü görebiliyor mesela. bir fransız gülü pembesi ile karşılaştığında damağında bir çilek tadı hissedebiliyor ya da.


wassily kandinsky’nin de sinestezik bir insan olduğu ve bu sinestezinin de etkisiyle soyut resim dilini oluşturmada bambaşka bir bakış açısı sunabildiğini ileri süren abilerimiz ablalarımız da var. 


wassily sinestezik miydi? bilemeyiz. 


bizim *gogh* pink mugımızı görünce damağında çilek tadı hisseder miydi? bilemeyiz. 


bildiğimiz şu ki,

wassily dünya’yı değiştirdi. 

 

 — 

 

kitabı yayınlandıktan sonra 1913'te sergilediği üç eseri *compositon vii*, *farbstudie quadrate* ve *black lines* tabloları ile soyut sanatın öncüsü rozeti apoletine eklenen kandinsky, sanat ortamlarında millete eyvallahı kesiyor. görüşünün arkasında, dimdik ve sapasağlam. 


can ciğer arkadaşı franz marc ile beraber, sadece ikisi *der blaue reiter* isimli grubu kuruyorlar. kandinksy’nin bir tablosunun da ismi olan der blau reiter *mavi süvari* anlamına geliyor. 


ilerleyen dönemde picasso, matisse, delauney, klee gibi önemli isimler mavi süvari’nin takipçileri haline geliyorlar.


*mavi süvari* günleri devam ederken, eski dostu walter gropius’tan gelen teklifi kabul eden kandinsky bauhaus’ta hocalık yapmaya başlıyor. hitler’in isteğiyle bauhaus kapanana kadar da genç sanatçı adaylarına yol göstermeye devam ediyor. 


hop. konu yine bauhaus’a geldi. 

zaten olay bu ki, önceki yüzyılın başındaki bu aydınlık dönemi anlamaya çalışınca konu bir şekilde bauhaus’a geliyor. 


biz bu durumdan pek şikayetçi değiliz. siz şikayetçi misiniz?


eğer şikayetçi değilseniz, elelexelele blog’un bir sonraki yazısında bauhaus’ta hocalık yapmış başka bir ismi beraber tanıyabiliriz. 

tasarladığı sandalyeye pek sevgili arkadaşı wassily kandinsky’nin ismini veren marcel breuer mesela. 


işin tuhaf yanı şu ki, bugün bir sandalye almak istediğinizde breuer’ın meşhur wassily sandalyesinden ilham alan ya da taklit etmeye çalışan birçok sandalye çıkıyor karşınıza. 


sevgilerle,

elelexelele

Der Blaue Reiter

Soyut resmin mucidi Kandinsky'nin hikayesini inceliyor ve baba parası en vizyonlu şekilde nasıl ezilir öğreniyoruz.

Bir Aile Hikayesi

Elele soyadının kendisi ile birlikte sona ermesine üzülen

Hatçe'ye torununun aile soyadıyla marka kurması şoku.

Elele soyadının kendisi ile birlikte sona ermesine üzülen Hatçe'ye torununun aile soyadıyla marka kurması şoku.

© 2024, elelexelele